
Ülkemizin yoğun gündemi bir yana, demokrasi kavramı ve çoğunluğun (bazı durumlarda salt çoğunluğu bile sağlayamayacak sayıdaki kitlelerin) geri kalanların üzerine kurduğu ya da hissettirdiği tahakküm en gelişmiş ülkelerde bile tartışma konusu. Sahip olduğumuz en iyi politik sistemin demokrasi olduğunu kabul etmekle birlikte, mülkiyet haklarının hukuksal koruma altına alındığı serbest piyasa ekonomilerinin özgürlükleri ve çeşitliliği yansıtmada daha başarılı olduğu farklı ortamlarda seslendirilmeye başlandı.
2015 yılında moveyourmoney.org.uk ve gofossilfree.org ve benzeri internet sitelerinde örgütlenen ekonomik aktivistler bankaları hesaplarındaki paraları ve kullandıkları hizmetleri taşımakla tehdit ederek hidrokarbon sektöründeki yatırımlarından vazgeçmeleri çağrısında bulundu. Goldman Sachs, Citigroup ve Standard&Poor’s da iklim değişikliği konusunda alınacak önlemlerin hidrokarbon sektörüne yapılacak yatırımların riskini artırdığını belirtti. Norveç Milli Fonu 2014 yılında olası regülasyonların getireceği yükü hesap ederek hâlihazırda 32 kömür şirketine yaptığı yatırımı geri çekmişti. Divestment olarak literatüre geçen bu akımın tabandan başlamasının ne kadar etkili olduğu bir yana, olasılığı bile karar alıcıları etkilemişti.
Bireysel olarak yürütülen ekonomik aktivizme getirilen eleştiriler genellikle homo economicus (ekonomik insan) kavramı üzerinden şekilleniyor. Ekonomik insan kavramı ilk defa John Stuard Mill tarafından kullanılmıştır. Ekonomik insan modeline göre, birey gündelik yaşamında yaptığı alışverişlerde ekonomik çıkarlarını maksimize etmeye çalışır; çıkar maksimizasyonu için elindeki bilgiler çerçevesinde hesaplamalar yapar ve en kârlı alışverişi yapmaya çabalar: kendi açısından maksimum değeri elde etmelidir. Ülkemizde de son zamanlarda gündemde kendine yer bulan ekonomik insan kavramına yöneltilen eleştirilerin genel çerçevesi insanların alışverişlerinde materyalist anlamda çıkarları peşinde koştuğu, fiyattan başka hiçbir değişkeni önemsemediği yönündedir. Nobel ödüllü iktisatçı Milton Friedman’ın “Süpermarkette harcadığınız her bir dolar tam olarak istediğinizi elde ettiğiniz bir oy verme işlemidir” argümanı ekonomik aktivizmi ve demokrasi ile olan ilişkisini en temel anlamda gözler önüne sermiştir. Buna karşılık yine önemli bir iktisatçı olan Ernst Friedrich Schumacher, Küçük Güzeldir isimli dilimizde de yayınlanmış eserinde “müşteri aslen kelepir avcısıdır; ürünlerin kökeni ya da üretildiği koşullarla ilgilenmez, tek ilgilendiği verdiği paraya karşı en büyükdeğeri elde etmektir” argümanı ile Friedman’a karşı çıkmıştır.
Yukarıdaki argümanlar biraz eski olmakla birlikte, ekonomik aktivizm konusunda çeşitli çevrelerdeki argümanları yansıtması açısından önemlidir. Postmodern bir bakış açısı ile yorumlayacağımız değerkavramının günümüzde nasıl algılandığı konusunda gözleme dayalı bilgiler bize yol gösterici olacaktır. Klasik anlamda salt ekonomik bir kavram olan değer, günümüzde bunun çok daha ötesinde bir olgu olarak algılanır. Aynı işi yapan iki farklı marka telefon arasındaki bariz fiyat farkı, pahalı olan telefonun masada dururken yansıttığı prestij ile açıklanabilir. Bu prestij bazı tüketiciler için önemli bir değer yaratabilir, bu yüzden pahalı olan telefonu seçebilirler. Gündelik hayatta da sıkça rastlayabileceğimiz bu öznel değerin bize anlattığı bir şey var. Peki, etik kaynaklardan elde edilen ham maddeler ile üretilen bir telefon tüketiciler için ne kadar değerli?
Elektronik cihazların üretiminde kullanılan nadir toprak elementlerinin nasıl üretildiği büyük bir tartışma konusudur. Çevreye zararları bir yana, Afrika kıtasındaki bazı ülkelerin çalışma koşulları, özellikle çocuk işçiliği gibi konulardaki olumsuzluklar bilinen gerçeklerdir.

Bu sorun üzerine harekete geçmek isteyen Hollandalı girişimciler Bas Van Apel ve Peter van der Mark, ActionAid isimli sivil toplum kuruluşundan Gerno Kwaks ile birlikte etik açıdan tartışmalı yöntemlerle elde edilen madenlere karşı alışılmışın dışında bir hareket geliştirme kararı aldı. 2009 yılında başlayan bu süreç, çeşitli desteklerle birlikte Fairphone adı verilen bir akıllı telefonu ortaya çıkardı. 2014 yılında çevre ve etik duyarlılığı olan tüketiciler için değerli bir seçenek olarak ilk parti akıllı telefonlar tüketicilere ulaştırıldı. Bu oluşum günümüzde satışı devam eden Fairphone 2 isimli model ile birlikte sitesinde satılan yedek parçaları, geri dönüşüm programı ve kutu içerisinden çıkmayan şarj aleti gibi özellikleri ile duyarlı tüketiciler için değer üretmeye devam ediyor. Fairphone gibi girişimlerin gösterdiği yoldan aslında büyük teknoloji üreticileri de geçiyor. Apple veri merkezlerinde yüzde yüz yenilenebilir enerji kullandığını açıklıyor, ürün sunumlarında geri dönüşüm programını da tanıtıyor. Ürün kutularının geri dönüştürülmüş ve dönüştürülebilir malzemeden üretildiğini belirtmeyen üretici kalmadı gibi: satın aldığınız elektronik cihazların kutularına şöyle bir göz atmanız yeterli.
Avusturya İktisat Okulu ile özdeşleşmiş bir isim olan, ünlü iktisatçı Ludwig von Mises, W.H Hutt’un yaygınlaştırdığı “tüketicinin egemenliği” kavramının önemini şu şekilde açıklamıştır:
…Serbest piyasada gerçek patronlar tüketicilerdir. Satın alıp almama kararları ile neyin ne kadar ve nasıl üretileceğine karar verirler. Kimi üreticiyi zengin eder, kimi üreticiyi fakirleştirirler. Talepleri değişken ve tahmin edilemezdir…
Serbest piyasada rekabet olgusuna çeşitli eleştiriler gelse de tüketicinin en güçlü, amiyane tabirle kral gibi davranabildiği bir sistem olduğu su götürmez bir gerçektir. Girişimciler ya da şirketler, bir ürün ya da hizmeti piyasaya sunmadan önce tüketicilerin beklentileri üzerine çalışmak zorundadır. Pazara sürülmeden önce hedef kitle belirlenmelidir: bu kitlenin zevkleri, estetik algıları ve üründen veya hizmetten beklentileri en ince ayrıntısına kadar incelenir.
Bu noktada pazarlama bilimi devreye girer. Arz üzerine kurulu günümüz kapitalizminde girişimciler ve şirketler her ne kadar tüketicilerin beklentilerini cevaplayabilmek için ellerinden geleni yapsa da aynı zamanda tüketicileri etkilemeye çalıştıklarını belirtmek gerekir. Klasik pazarlama yöntemleri bir yana, nöro-pazarlama gibi etik açıdan tartışılan yöntemlerle tüketicileri etkileme yarışına karşın tüketicilerin savunmalarını düşürmemeleri kendileri açısından değerli olanı belirlemede kilit rol oynamaktadır. Savunma kelimesinin özellikle kullanıldığının altını çizmekle birlikte, bilinçli tüketim konusunda duyarlı bireylerin çokluğu, pazarlama yöntemlerinin ekonomik aktivizme engel olamayacağını göstermektedir. Piyasa yaşanan bu çatışmanın bilinçli tüketici lehine sonuçlanması kaçınılmazdır.
Yukarıda sıralanan argümanlar ve örnekler bizi yeniden bireysel tüketim ve demokrasi ilişkisine götürüyor. Literatüre dollar voting (tüketerek oylama olarak çevirebiliriz) olarak geçen kavram da tam olarak burada karşımıza çıkıyor.
Seçimlerde genellikle birkaç aktör ya da parti arasından birini seçmek durumunda kalırız. Seçilen siyasilerin en önemli görevlerinden biri de kaynakların yeniden dağıtımıdır. Günümüzde vergilendirmenin en temel argümanlarından birisi budur. Süpermarket raflarında ise onlarca hatta yüzlerce ürün oylamamız için bizleri bekler. Sepete attığımız her ürün aslında o ürün lehine kullanılmış bir oydur: Oy verdiğimiz ürünün üreticilerine kaynak aktarmayı seçerken, rafta kalan ürünlerin üreticilerine de bir nevi ambargo uygulamış oluruz. Siyasi aktörleri seçerken elimizde olmayan ince eleyip sık dokuma fırsatı market raflarında karşımıza çıkar. Son zamanların popüler ve biraz da içi boşaltılmış bir kavramı olan organik tarım ürünlerinin küresel üretim zincirlerinden geçenleri yerine yerel aktörlerce üretilmiş versiyonlarını alabiliriz.
Demokrasilerde yozlaşması hâlinde büyük sıkıntılara yol açan düzenleme ve denetleme mekanizmaları, süpermarket demokrasisinde daha işlevsel özellikte ve çeşitli sayılarda ortaya çıkmıştır. Birçok zincir kahve markası tedarik konusunda ne kadar etik davrandığını âdeta ispatlamak için yarışa girmiştir. Geçmişteki üretim koşulları etik açıdan karanlık olan kahve ve çikolata gibi ürünlerin üreticileri, B-Corporations, Rainforest Alliance, Food Alliance gibi isimlerini saymakla bitiremeyeceğimiz üçüncü parti kurumlardan gerekli sertifikaları almak için uğraşmaktadırlar. Bu kurumlar güvenilirliklerinden başka bir şeye sahip olmadığının bilincinde olduklarından, itibarlarını korumak için hassas davranmak zorundadırlar. İşte tam bu nedenlerle piyasa aktörlerine güvenmek, piyasa aktörlerinden biri olarak da bilinçli oylarımızı, demokrasiden çok daha fazla seçenek sunan süpermarket arabalarına atarken dikkatli olmalıyız, ne dersiniz?
Bu yazım ilk olarak Bloomberg Businesweek dergisinde yayınlanmıştır.
İlk Yayın Tarihi: 22 Şubat 2017