
(Düzensiz’de birkaç yıl önce yayımladığım ve blogdan kaza eseri silinmiş bir yazımı bu şekilde tekrar paylaşmış olayım.)
Türkiye geri kalmış bir ülke. Ekonomik, kültürel, bilimsel, toplumsal olarak geride. Bu geride kalmışlık, yeni bir mesele değil. Aşağı yukarı 16.yy’da Batı’ya karşı görünür olmaya başlamış bir gerilik. İlerlemenin nasıl bin tane sebebi varsa, geriliğin de bin tane sebebi vardır, hepsine de ayrı bir makale yazılır. Bu platformda sıklıkla bunu yapıyoruz.
Türkiye, “Gelişmekte Olan Ülke” (GOÜ) payesinin biçildiği, hatta bu kategorinin örnek ülkesi olarak gösterilen bir ülke(ydi). Nasıl ki hapise düşene nasihat eden çok olurmuş, GOÜ’lere de gelişmiş ülkelerin vatandaşı uzmanlar tarafından birçok tavsiye verilir. Bunlar haksız tavsiyeler de değildir: İnsan sermayesine yatırım yapın, cari açık ve bütçe açığı vermemeye gayret edin, pazarınızı bizlere açın ki gelip biz 10 kazanırken siz de 1–2 kazanabilin, vs. Bu tavsiyeleri yerel bir bakışla harmanlayıp, bir “milli çıkar” süzgecinden geçirip “Gelişmiş Ülke” payesini kazanan GOÜ’ler var, örneğin Güney Kore.
Nasıl yaptılar peki? Eğitime ciddi yatırım yaptılar. Kaynaklar yatırıma ve bilime yönlendirildi, müthiş teşvikler dağıtıldı, dev “milli şampiyonlar” yaratıldı. Aynı dönemde zenginleşen halkın talepleri arttı, ülke büyük bir demokratikleşme periyoduna girdi. Demokratikleşen ülkenin kurumları, üniversiteleri daha kaliteli hale geldi, ülkenin gençleri de yurtdışına gitmek yerine ülkelerinde çalışmayı tercih ettiler. Bu durum, ülkenin milli şampiyonlarını küresel ekonomide rekabetçi kıldı, hazır ABD de kapılarını yabancı mallara açmışken yerli ekonomiyi uçurdular. Sonuç olarak Güney Kore, 80’lere kadar Türkiye gibi otokratik seçilmişler ve askeri cuntalar tarafından yönetilirken birinci sınıf bir ekonomiye, birinci sınıftan hallice bir demokrasiye kavuştu.
Türkiye’de neden olmadı? Özetle, kaynakları yatırıma ve bilime yönlendiremedik. Otokratik, feodal eğilimli iktidarlar kaynakları tüketime ve ithalata harcadı ki halk sahte de olsa bir refah hissi yaşasın, seçimlerde kendilerine oy versin. Türkiye’de 50’den beri böyle olmuştur, 50’lerin sonunda, 70’lerin başında, 90’larda bundan dolayı krizlere girdik. Güney Kore alıp yürürken bizim arkadan bakmamızın temel sebebi buydu işte: Bir türlü yatırımları insan sermayesine, bilime, kalkınmaya yönlendiremedik. Engel olan şey neydi? 7 harf: Siyaset.
Türkiye gibi gelişme yolculuğunda vasat bir performans göstermiş ülkelerde ise gelişmiş ülkeleri gözlemleyen yerli uzmanlar, bilim insanları, akademisyenler işte bu siyasete karşı gelmekten özenle kaçınırlar çünkü Türkiye tarihi “Ayağı kaydırılan, tasfiye edilen akıllı insan” doludur. Türk entelektüeli dersini almıştır, siyasete bulaşmaz, kendi alanında oynar, kapalı toplantılarda kadro ve bütçe için ağlanır, o kadar.
Son dönemde bu tabloya çok daha acıklı bir görüntü eklendi. Dönemin “kişisel gelişim”ci ruhuyla mı alakalıdır bilinmez. Türk entelektüeller (nerede yaşıyor olurlarsa olsunlar) Türk gençlerine tavsiyeler vermeye başladılar. Aslında bunlar “Dil öğrenin, kendinize yatırım yapın, kitap okuyun…” tarzı şeylerle sınırlı kaldıkları sürece sorun yok. Sorun olan daha da güncelde ortaya çıkan, Özgür Demirtaş ve Aziz Sancar’dan sıkça duyduğumuz “Siyaset yapma, bilim yap!” tavsiyesi.
Bu, kötü bir tavsiyedir. Kötüdür çünkü aydınlanma tarihini, Türk deneyimini ve bilimin niteliğini ıskalamaktadır. Batı’nın gelişmesi, siyasete bulaşmayan bilim insanlarının eseri değildir. Batı’nın gelişmesini mümkün kılan şey, bizzat bilim insanlarının özgürce bilim yapabilmesini mümkün kılacak siyasi değişimlerdir. Bilim toplumsallaşmış, toplum bilimselleşmiş, bir geri besleme mekanizması ile feodal kurumların, kısaca “gerici siyasetin” tasfiyesi mümkün olmuştur.
Giordano Bruno “Yahu ben siyasete bulaşmayayım, astronomimi yapayım” diyememiştir. Zira bilim yapabilmesi için o günkü siyasetin tasfiyesi gerekliydi, Bruno da siyaseti yenememiş, bilimi uğruna canını feda etmiştir. Darwin o günün siyasetine rağmen bilimini yapmış ve bedelini ödemiştir. Çünkü nihayetinde bilim yapmak siyasettir. Aydınlanma deneyimi göstermiştir ki bu iki alan birbirinden ayrılamaz, siyaset bilimin önüne çıkacaktır, bilim insanları bedel ödeyerek siyaseti yenmelidir.
Türk deneyimi ise göstermektedir ki, bu topraklarda bilim yapmanın mümkün olması için çok kereler bürokrasi ve siyasetçiler ile eğitimin ve araştırmanın niteliği ve desteklenmesi hakkında tartışmaya girmek gerekmektedir. Örneğin Aziz Sancar için “çok az siyaset, çok fazla bilim” yapmak eminim daha kolaydır, ABD bilimsel kurumları daha özerktir, kaynaklarını araştırmadan esirgememektedir, akademide yolsuzlukların ve etik aykırılıkların üzerine gidilmektedir… Kendisi nihayetinde Türkiye’de kalmamıştır, zira Türk bilimsel kurumları ona aynı imkanları sağlayabilseler bile sağlamazlardı, biraz bilim yapabilmesi için çokça (makro veya mikro) siyaset yapması gerekecekti.
Son olarak, bu tavsiye kötüdür, çünkü siyaseti konu edinen bilim alanları da vardır. Siyaset bilimi başta, iktisat, hukuk, yönetim bilimleri böyledir. (“Bunlar zaten bilim değildir” diyenleri akse ikna çabası zaman ve enerji kaybıdır.) Örneğin, bir anayasa hukukçusu, nasıl olacak da siyasete girmeyecektir? Araştırma konularından çıktılarına, yazdığı ve söylediği her şey siyasi olacaktır ve bir noktada ya iktidar ile ya muhalefet ile çelişecektir.
Sancar ve Demirtaş’ın tavsiyesinin ikinci kısmına katılıyorum. Bilim yapılmalı. Daha çok, daha nitelikli, daha çok kişi tarafından bilim yapılmalı. Fakat bunu mümkün kılmak için de siyaset yapılmalı. Anaokulundan yüksek öğrenime eğitimin bilimselleşmesi için, üniversitelerde etik kuralların hakimiyeti için, bilime kaynak ayrılması için siyaset yapılmalı. Zira siyaset, bir seçim bitince diğer seçimini düşünmekten, bunları kendiliğinden yapmayacaktır.