Son günlerde Türkiye’nin PISA gibi eğitimin durumunu ölçen sınavlarda son sıralarda yer alması, sanayi 4.0 tartışmaları çerçevesinde eğitim politikaları tartışması gündemi işgal ediyor. Peki neden Milli Eğitim bürokrasisinin refah üretmeye yönelik bir eğitim politikası benimsemeye çalıştığını düşünüyoruz?

Daha önce kültür üzerine bir yazı yazmıştık: Post-modernistlere göre kültürlerin birbirine üstünlüğü yoktur ve bu görüş bir noktaya kadar doğrudur. Zira kültürlerin karşılaştırılması, hangisinin daha iyi olduğunun belirlenmesi mümkün değildir. Ancak her kültür hakim olduğu ortamda bazı şeylerin varlığını çoğaltırken bazısını azaltacaktır. Çocuk evliliği, kadın sünneti gibi uygulamalara karşı olmak bazı durumlarda belirli kültürleri karşımıza almamıza neden olacaktır; erken yaşta evlenip çok çocuk yapan çiftler gibi kamusal hedefler içinse çok daha farklı kültürel normlar devreye girecektir.
Milli Eğitim politikası üzerine tartışırken tam olarak bu duruma benzer bir zeminde kendimizi buluruz. Belirli programlar, ideolojik, ekonomik, politik ve benzeri amaçlar hedeflenerek tasarlanır: Belirli bir çıktı hedeflenerek bu yolda gerekli taşlar dizilir.
Kalkınma, Refah, İdeoloji ve Gelecek
Ekonominin ilk kuralı kaynakların kısıtlı olmasıdır (ve Sowell ekler, politikanın ilk kuralı, ekonominin ilk kuralının görmezden gelinmesidir). Niteliksel ve niceliksel olarak kısıtlı bir kaynak olan insan kaynağı ise genellikle gözardı edilir. İdeal toplum tasarrufuna göre üç tip devlet örgütlenmesi ve bunun için yürütülen eğitim politikalarının şöyle sonuçlar doğurabileceği söylenebilir:
- Kalkınma modelinde birey: Kalkınmaya yönelik politiklar takip eden toplumlarda önemli olan teknik kapasitesi yüksek bireyler yetiştirmektedir. Türkiye’nin yakın geçmişe kadar mühendisleri ön planda tutan siyasi ortamı, kalkınmayı (yol, fabrika, ağır sanayi hamlesi) ön planda tutan toplumsal algısı buna bir örnek teşkil etmektedir. Aynı şekilde belirli bir refah seviyesine ulaşana kadar Çin de bu yolu takip etmiştir, ancak günümüzde ekonomisinin daha yaratıcı sektörlere dayalı, hizmet ve yeşil üretim gibi alanlarda dönüştürmeye çalışması bu birey modelinin değişmesi gerekliliğinin habercisidir.
- Refah modelinde birey: Genellikle kuzey ülkelerinde ekonomik kalkınma tamamlanmış, refah ise üst seviyede sahip olunması gereken bir hedef olarak belirlenmiştir. Bu şekilde refahın yeniden üretimi ile birlikte toplumda belirli bir düzey sağlanmış, kaliteli eğitim herkesin ulaşabileceği bir hizmet haline gelmiştir. Günümüz ekonomisindeki yansıması yaratıcılığa dayalı üretimdir: İnovasyon hedeflenerek imalat süreçleri kalkınmacı toplumlara taşere edilir. Kalkınmacı bakış açısı yolların uzunluğu, hava alanına inen uçak sayısı, ekonomideki toplam üretimin dolar cinsinden değeri gibi şeylerin sayısal değerleriyle ilgilenirken refah toplumları bireylerin mutluluğu, boş zamanların ne kadar kaliteli geçirildiği, eğitimde kabul edilen programların bireylerin ve toplumun gelecekteki ihtiyaçlarını karşılaması gibi sosyal anlamda karmaşık hedeflere yönelik politika uygularlar.
- İdeoloji modelinde birey: Her ideoloji farklı olduğu için her ideolojik toplumun da farklı birey tipleri vardır. Ancak genel olarak bakıldığında belirli bir davanın peşinde gidecek bireylerin devletin dağıttığı kaynaklar ile bir arada tutulması, propagandaya varan eğitim politikası ile birlikte kutsal hedefe ulaşması için belirli bir programa tabi tutulan bireyler olarak görülebilir. Başta Ortadoğu’da olmak üzere bir çok yerde görebileceğimiz bu programların en büyük göstergesi belki de toplumun her yerine sirayet eden belirli isimlerin sürekli anılması, posterlerinin asılması, personalarından korkulmasıdır. Bu sistemde eğitimin amacı davaya uygun bireyler üretmektir.
Gazeteduvar’da çıkan habere göre Homo Sapiens’in yazarı Yuval Noah Harari gelecekte birçok insanın bir işe yaramayacağını, adeta bir alt tür olacağını söylüyor. Aslında bir süredir devam eden Sanayi 4.0 tartışmalarına sert bir yorumdan başka bir şey değil bu görüş, belki de toplumlara bir uyarı.
Türkiye kalkınmış bir ülke. Dünya’nın birçok ülkesinde erişilemeyen altyapıya sahip, kanalizasyon, içme suyu, elektrik ve internet gibi temel insani ihtiyaçlar sağlanmış durumda. Ancak refaha erişmiş bir toplum değiliz ve bugün refaha ulaşmanın yolu çok açık.
Geleceğin teknolojileri ve ekonomileri kendisini bugünden göstermeye başladı; gelişmiş kapitalist ülkeler hali hazırda üretimden tasarıma doğru kayan bir paradigma içine girdi. Katma değer ve refah sanayiden değil, tasarımdan geliyor.
Tez o kadar basit ki, ifade özgürlüğü olmadan yüksek teknoloji toplumu da olmaz. AKP ve halkımız bir kavrasa bu basit gerçeği! — Atilla Yeşilada
Yukarıda alıntıladığımız söz Atilla Yeşilada’nın son çıkan kitabından. Bu yazının amacı da neredeyse herkesin benzer yorumlar yapmasından sıkılmış ve politika yapıcıların neden refah toplumu istemediği konusunda bir kıvılcım çakmak.
İdeolojik toplum tasavvuru üzerine yapılan siyaset (ve uygun gördüğü eğitim programı) kalkınmaya engel değil bilakis sağlayıcısı olabilir. Özellikle ideolojik görüşün önemli bir parçası imar rantı ile üretilen servetin yakın çevreye yeniden dağıtılmasıysa bu durumda faydalı bile olabilir. Bu noktada ülkemizdeki eğitim paradigmasının kalkınma ile çelişmediği rahatlıkla söylenebilir.

Refah Toplumunun Özellikleri
Refah ise tamamen başka bir zeminde yükselir; kalkınma ekonomik bir olguyken refah kültüreldir; ekonomik programlar ile kalkınma sağlanabilir, ancak refah toplumuna erişmek için bir çok alanda kompleks sorunları çözmek, ya da toplumun çözmesi için uygun zemini üretmek gerekir. Günümüzde refahın mütemmim cüzü olan yüksek teknolojili invonatif ürünler aykırı tiplerin eseridir: Aslolan insan sermayesidir, 16 kişinin çalıştığı Whatsapp 30.000 çalışanı olan bir bankadan çok daha değerlidir. Yeni ekonomiye can veren şirketlerin kurucuları arasında Türkiye’de makul olarak görülebilecek fazla kimse yoktur, Üniversite bile bitirememişlerdir, sosyal medyada devlet büyükleri (!) hakkında saygısız yorumlarda bulunur, siyasete göz kırparlar. Adeta ‘kız istese verilmeyecek’ tiplerdir. Yaratıcılık ve aykırı kişilik değerdir, değer üretir.
Refah toplumlarının bir diğer ortak özelliği ise rahatsız edici derecede açık toplumlar olmasıdır. Siyasetçilerin bütün ilişkileri, özellikle maddi varlıkları ortadadır; hatta Norveç gibi ülkelerde her vatandaş bu bilgileri istediği zaman görebilir.
Egalitarianism yaygın inanışın aksine ekonomik bir olgu değil devlet ile vatandaşlar (ve krallar dahil bütün yönetici sınıf vatandaş olarak görülür) arasında herhangi bir farklı hukuki uygulama olmamasıdır ve refah toplumlarının ortak özelliklerinden birisidir. Öğrenciye, çiftçiye, işçiye işleyen yasaların gücü yöneticilere, hatta krallara bile işler vaziyettedir; tek istisna devlet yönetiminde söz sahibi olanlara hakaretin suç olmamasıdır: Sıradan bir ABD vatandaşına yönelttiğiniz durumda suç olabilecek ağır bir ırkçı söylemi Twitter’da Obama’ya yöneltirseniz başınız belaya girmeyecektir.
Bitirirken: Refah Toplumu Olmayı Reddeden Ontoloji
Türkiye Cumhuriyeti’nde eğitim politikaları her dönemde kalkınmacı ve ideolojik bir seyir izledi. Kalkınmacı paradigma önemini yitirirken (Devlet Planlama Teşkilatının tasfiye olması bir milattır) ideolojik paradigma Kemalizm’den İslamcılık’a kaydı. Ordunun araba satması, beton santrali işletmesi, Sayıştay denetiminden muaf olması gibi açık toplumda olmaması gereken durumlardan devlet personelinin maaşlarının gizlenmesi, seçkin bir oligark grubunun bütün ihaleleri finansal risk üstlenmeden alması, yeni dokunulmazlar gibi ideolojik olarak farklı bir zeminde yükselen benzer bir durumun içinde bulduk kendimizi.
Refah toplumunun oluşmasının yapısal olarak mümkün olmadığı bir yönetim yapısı, ideolojisi ve bu ideolojik yapıdan sağlanan rant üzerine kurulu sistemi ile Türkiye’de Sanayi 4.0, eğitim reformu, PISA test sonuçları gibi konuların tartışılmasını anlamsız ve zaman kaybı olarak görüyorum. Ortalama bir İmam Hatip Lisesi’nin bir Fen Lisesi’ne oranla 4 kat daha fazla fon alması, bunun sonuçlarını Milli Eğitim bürokrasisi ve devleti yönetenler bizden daha iyi bildiği ve bu sonuçları hedeflediği bir politika. Hükümet korkusu yüzünden reddedilen makale ve sonrasındaki tepki yüzünden çalıştayı iptal etmek zorunda kalan, Koç Üniversitesi gibi kaliteli eğitim hedefiyle kurulan üniversitelerin yüksek liseye dönüştürülmesi devleti yönetiminin korktuğu değil, tam tersine hedeflediği bir sonuç. Günün sonunda görülen hedeflerini gerçekleştiren devlet yönetimini bu hedeflerin gerçekleşmesi durumunda olacakları söyleyerek uyarmaya çalışan iyi niyetli aydınlar.
Makalemizi yazının ortasında başvurduğumuz alıntı ile belirli bir alanda özetleyelim: ifade özgürlüğü olmadan yüksek teknoloji toplumu olmayacağından AKP emin, halkımız ise muhtemelen umursamıyor. AKP ve halkımızın büyük çoğunluğu bu basit gerçeği biliyor, ancak refah yerine ideolojik bir toplum hayal ediliyor. Ve gelecek nesilleri bireysel bazda bile olsa yeni ekonomiye hazırlamak sivil topluma düşüyor.
İlk Yayın Tarihi: 1 Temmuz 2017