Daha önce Türkiye’de liberalizm kavramının geldiği noktaya dair bir yazı yazmıştım. Türkiye’de liberal olarak bilinen isimlerin emekleri sayesinde kavramın içinin nasıl boşaldığını bu yazıda anlatmıştım.
Bugün karşıma Mustafa Akyol’un Hürriyet Daily News’da yayınlanan, geniş kitleler için bir şey anlam ifade etmese de liberter çevrelerin şaşkınlıkla karşılayacağı yazısı geldi, bunun üzerine devamını yazma ihtiyacı hissettim.
Yazı kısaca şunu anlatıyor: kitleler baskıcı bir rejimi, bireysel özgürlüklerin baskılanmasını desteklerse demokrasi kavramı sorgulanabilir mi? Hafif bir demokrasi eleştirisi içeren yazıda en dikkat çekici nokta, ünlü anarko-kapitalist düşünür Hans-Hermann Hoppe’ye atıfta bulunulması; bugüne kadar “aşırı radikal” olarak görülen ismin “Democracy The God That Failed” (Demokrasi: Başarısız Olan Tanrı) isimli eserinin ana akım medyada kendisine yer bulması. Atıfta bulunmakla birlikte yazar Hoppe’ye tam olarak katılmadığını, demokrasinin sahip olduğumuz en tercih edilebilir seçenek olduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyor. (Hoppe monarşilerin daha tercih edilebilir olduğunu belirtiyor)
Bu girizgahtan sonra kişisel deneyimlerimden sağladığım çıkarımlarla devam etmek istiyorum, zira olay burada ilginçleşiyor.
Eski Türkiye’de bürokratik vesayetin bireysel özgürlükleri kısıtladığını haklı olarak düşünen liberaller, Türkiye halkının kendilerine ve bireysel özgürlüklere değer vermediğini görünce entelektüel olarak değerlerini hedef kitlelerinin gözünde kaybetti; temsil ettikleri kavramlar ise çekiciliğini yitirdi. Son dönemlerde, özellikle gençler arasında liberteryenizm popüler bir hal aldı. Liseyi yeni bitirmiş, hatta son sınıfta olup da Mises Institute takip eden, değişik kaynaklardan Rothbard, Mises, Hayek vb. okumaları yapan bireylerle karşılaşmak artık işten bile değil.
Liberter camiada radikal duruşları ile bilinen bu düşünürlerin Türkiye’de bu kadar popüler olmalarının en temel sebeplerinden biri, bu düşünürlerin mülkiyet hakkı ve bireysel özgürlükleri radikal bir şekilde öncelemesi, devletten olduğu kadar toplumdan da korunması gerektiğini belirtmesi. Sandığa saygı, halkın tercihi, hakimlerin dahi halk tarafından seçilmesi fikri, seçilmiş(ler)in nihai karar merci olması gibi kavramlara karşı duruşlarıyla bu düşünürler liberteryen felsefenin çerçevesini oluşturdular.
Ülkemizden liberal olarak bilinen bazı kişiler ve çevreler ise, neredeyse 15 yıldır sandık şovenizmi yapmaları, halkın tercihleri doğrultusunda bazı özgürlüklerden bahsedilmemesinin gerektiğini savunmaları gibi pozisyonları sonucu özgürlükçü felsefeye ilgi duyanlar arasında isimlerinin geçmemesi sonucunu yarattılar.

Demokrasi başarısız olmuş bir tanrı mıdır? Yoksa elimizdeki en iyi seçenektir ve İsviçre modeli gibi yerelleştirip gerçekçi mülkiyet ilişkileri mi kurmamız gerekir? Bunlar her ne kadar başka bir tartışmanın konusu olsa da ülkemizde kredisini tüketmiş, ismini yıpratmış kişilerle tartışmaya ne kadar değer bilemiyorum. Ancak şundan eminim ki, özellikle yaşadığımız son yıllardan sonra liberteryen felsefe gençler arasında popüler olacak; ve aksine, kredisini tüketmiş kişiler bu tartışmaların dışında kalacak.
ilk yayın tarihi: 20 Mayıs 2016