KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın Cumhuriyet gazetesinde bir röportajıçıktı. Okunası bir röportaj. İki bölümden alıntıyla kafamdakileri paylaşabileceğimi düşündüğüm için bu yazı üzerinden bir şeyler anlatmaya çalışacağım.

Getto kelimesinin kökeni Venedik’teki Yahudi Mahallesi Venetian Ghetto’dan gelir. Yahudilerin zorunlu iskan edildikleri bu mahallenin ismi zamanla bir terime dönüşmüştür.
Aradan geçen 600 yıldan sonra getto kelimesi artık gündelik dilimizdeki yerini aldı. Modern zamanlardan post-modern zamanlara geçerken anlam ve işlev açısından da değişimlere uğradı haliyle.
Türkiye’de getto deyince aklıma Kadıköy gelir. Dindarlar açısından günden güne mutenalaştırılan Beyoğlu ile ilgili her olayda Kadıköy’ün ismi diyalektik bir çerçevede geçer, adeta seküler bir getto olarak anılır.
Asıl önemlisi, kemik kanseri dediğim kısmı, bunun bir hayat tarzı kutuplaşmasına dönüşüyor olması. Bu gettolaşma üretir, birbirimizden kopmayı üretir. Sadece ayrı gazetelere, televizyon kanallarına bakmak değil, ayrı tatil köylerine gitmek, ayrı bisküvi markalarını kullanmak, ayrı kargo şirketlerini, ayrı bankaları kullanmak gibi bütün gündelik hayata yansıması. Nitekim Türkiye’de iş buraya doğru gidiyordu.
Ağırdır burada 2008’de gerçekleştirdikleri kamuoyu araştırmalarına atıfta bulunuyor, ancak günümüzde bu öngörünün gerçekleştiğini iddia etmemizde hiçbir sakınca yok. Her ne kadar bu durumu eleştiriyor, gettolaşmayı olumsuz anlamda kullanıyor olsa da kavramı post-modern bir yorumla yeniden düşünüp bir yere varabileceğimizi düşünüyorum.
Kadıköy Gettosu
Neden Kadıköy demiştim? Ramazan ayında içkili Radiohead etkinliği yapıldığı için basılan plakçıyı hatırlıyor musunuz? Peki Beyoğlu belediyesi sınırlarında olan bu olayla ilgili tepkileri takip ettiniz mi? Ettiyseniz sosyal medyada bir anda patlayan “Dükkanı Kadıköy’e taşımalısın” temalı analiz şelalesini de fark etmiş olmalısınız.
Bu olayın üzerinden çok zaman geçmeden gettolaşmayı içselleştirmenin tepe noktasını parkta spor yaptığı için şiddete maruz kalan kadında yaşadık.
…Üzerimde kapşonlu bir mont vardı. Montumun her yeri kapalıydı. Erkek veya kadın olduğumun bile, ilk bakışta anlaşılması oldukça güçtü
Olayın şokuyla hastanede yapılan röportajda açık giyinmediğini, hatta kadın olduğunun bile belli olmadığını söylüyordu Ebru Tireli. Bilinç altına kadın olmasının ya da açık giyinmesinin belki de şiddete maruz kalmasını meşrulaştırabileceği işlenmişti. Mekanın ayrışması, mesela güvenlikli siteler, her ne kadar entelektüellerin nefret(!) ettiği bir mefhum olsa da yaşam tarzına yapılan saldırılar yüzünden şiddete maruz kalma riskiyle karşı karşıya olan insanların da bu konuda fikrini sormamız gerekmiyor mu?
Otobüste kafasına tekme yediği için bilincini kaybeden hemşireyi hatırlıyor musunuz? Ayşegül Terzi yaşam tarzına yönelik bir saldırıya maruz kalmış, kafasına tekme atılmıştı. Nefret suçu kapsamında yargılanması gereken saldırının faili ilk duruşmada tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Sanığın “oturuşu müstehcendi” diyerek kendisini savunması üzerine Terzi şunları söylemişti:
Elimdeki poşetleri bacağımın üzerine koydum. Bacağım kapalıydı.
Birçok örnek ekleyebilir, birçok teorik tartışmayla devam edebilirdik. Toplumun kutuplaşmasının gündelik hayattaki etkilerine dair birkaç örnek sunduk.
Merkeziyetçilikten Kaçış
Ağırdır’ın röportajındaki ikinci önemli noktayla devam edelim:
… merkeziyetçi bir devlet konuşuyoruz. Hâlbuki bugünün hayatı metropollü, kentli Türkiyesi için âdemi merkeziyetçilik şart. Tek tipçi bir devlet konuşuyoruz. Konya’nın kuraklık problemi ile Rize’nin çay problemini aynı ziraat mühendisi ile ele alamayız ama her şeye merkezi gözden bakan bir devlet var.
İşte şimdi ihtiyacımız olan yerdeyiz. Bu alıntının öncesinde yazar ortak yaşamın kurulması gerekirken siyasi aktörlerin ortak yaşamı kurmak yerine kendi düşüncesini devlet aracılığıyla halka empoze etmeye çalıştığından bahsediyor. Bizim yaşadığımız bunun bir kaç adım ötesinde: Boğazda viski içenler vb. kavramlarla her gün yeniden üretilen kutuplaşma ile siyasiler kitlelerini konsolide ediyor.
Peki bu kadar bölünmüş toplumda yerelleşme ne getirir? Büyük şehirlerin tek başına, daha küçük şehirlerin birleşip, mesela 20 yönetim birimi oluşturduğunu düşünürsek?
Şehirlerin yaşam tarzlarına ve siyasi görüşlere göre şekilleneceğini iddia etmek pek zor olmasa gerek. Seküler muhafazakar bir İzmir, seküler progressive bir Eskişehir, muhafazakar bir Kayseri ve Dindar yönetime sahip bir Adıyaman’ın ortaya çıkması işten bile olmaz.
Gündelik hayatı etkileyen yasaların, eğitim ve sağlık politikalarının bu yerel aktörlere devredildiği bir sistemin kurulmaya başlamasıyla birlikte bir iç göç dalgasının yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Her bölge aldığı göçlerle birlikte çeşitli ekonomik kalkınma modelleri geliştirecektir. Örneğin, yazılım ve tasarım gibi yüksek katma değerli üretim alanları seküler yönetimlerin olduğu bölgelere kayacak, birçok insan yaşam tarzına yönelik saldırıların nefret suçu kapsamına alındığı bölgelerde yaşamak isteyecek. ABD’de California, Texas ve Alabama’nın örnek olabileceği gibi, çeşitli yasal ve siyasal çerçeveler barındıran bölgelerin aynı devletin bayrağı altında hayatına devam etmesi ve en önemlisi siyasetten kimsenin dışlanmaması sağlanacak.
Adını koyalım. Merkeziyetçi sistemler hepimiz biriz, bütünüz ve benzeriz propagandasını boşuna yapmıyor. Bütün siyasi yetkiyi Ankara’daki üç-dört binadan tek bir saraya taşıyacak Anayasa Referandumu arifesinde bu kadar milli ve yerli söylemin, bütünlükçü hezeyanların gündemi işgali boşuna değil. Gelişmiş ülkelerin hiçbirinde bu kadar merkeziyetçi bir yapı yokken, 300 bin nüfuslu İzlanda’da bile siyasi yetkiler yerelleştirilmişken 80 milyonluk bir ülkede huzur getirmesi pek ihtimal dahilinde olmayan bu yapının sürdürülmesinin sosyal maliyetleri günden güne artmaktadır.
Mozaik Değil, Mermer!
Toparlayalım. Eski Türkiye’de ülkenin Ankara’daki birkaç binadan yönetilmesi için milli birlik ve beraberliğe ihtiyacı vardı; bunun için eski rejim Türklük, Atatürk, Vatan gibi kavramlara sarılıyordu. Yeni Türkiye’de ise iktidarın tek binada birikmesiyle birlikte daha kemikleşmiş, daha sert bir milli birlik ihtiyacı hasıl oldu. Vatan ve Türklük kavramlarının yerini korumasıyla birlikte İslamiyet de bu mermerin temel yapı taşı haline geldi. İktidar ne kadar konsolide oluyorsa, sertliği de o derece hissedilir oldu: 28 Şubat mağdurları paşalara rahmet okuyacak hale geldi.
Türkiye bir mozaiktir söylemine milliyetçi-muhafazakar cenah her daim “Ne mozaiği? Mermer! Mermer!” nidasıyla karşılık vermiştir. Bu kadar merkezileşmiş bir devlet yapısında mozaiğin üretilmesi pek mümkün değildir. Çeşit çeşit taşların etrafa yayıldığı ülkemizde mozaiği yeniden üretmenin yolu herkesin rahatça spor yapabileceği, şort giyebileceği, müzik dinleyip bira içebileceği ya da kadın olabileceği alanlar yaratmak ve bunların kendileri adına karar vermesine izin vermek olabilir mi?
İlk Yayın Tarihi: 23 Ocak 2017